Dostlarla edilen sohbetin yeri başkadır; insan, o anları hep içinde taşır. Günün yorgunluğunu alır, içinizi ferahlatır. Ruhunuzu besler, yüreğinize dokunur. Hayatın türlü halleri o sohbetin içinde anlam bulur.

Beklentisiz, içten, samimi ve karşılıksızdır…

Yine böylesi bir dost meclisindeyiz. Laf lafı açtı, söz gelip “vefa”da yoğunlaştı. Konuşma derinleştikçe vefasızlığa olan sitemimiz arttı. Vefasızlığa dair ne varsa konuştuk, içimizi döktük.

Hani derler ya:

“Muhabbetin tadına vardık.”

Sohbetin özeti şuydu:

“İnsanı en çok yoran şey, sevdiklerinden gelen vefasızlıktır.”

Bu sohbetten kalanları sizinle de paylaşmak istedim.

Hayat bazen bizi hiç istemediğimiz yerlere savuruyor. Küçüklü büyüklü sınavlarla karşılaşıyoruz. Öyle zamanlar geliyor ki, tek dayanağımız sabır oluyor. Sabır olmasa ne yapardık, nasıl dayanırdık?

Hep denir ya: Hayat başlı başına bir sınavdır. Yaşadıkça daha iyi anlıyor, daha çok fark ediyoruz.

Peki, kimlerle sınanıyoruz?

En çok sevdiklerimizle…

Onlar için elinizden geleni yaparsınız.

Sorgulamadan, karşılık beklemeden, gönülden.

Beklentiniz büyük ve zor değildir, biraz sevgi, biraz da saygı…

Ama işler çoğu zaman düşünüldüğü gibi gitmez.

Sonra… Hiç beklemediğiniz bir anda canınızın yandığını hissedersiniz.

Bir söz, bir tavır, bir vefasızlık…

Ve ardından kırgınlıklar gelir, içinize ağır bir yük gibi çöker.

Aslında herkesin kendince bir derdi, bir telaşı vardır; ama biz o an bunu göremeyiz.

Sizin varlığınız fark edilmez olur.

Yaptığınız onca şeyin unutulduğunu düşünürsünüz.

Varlığınızla yokluğunuz arasında bir fark kalmamıştır.

Sevdiğiniz biri sizden bir şey beklediğinizi hissettiğinde değişmeye başlar.

Küçücük bir beklentiniz bile göze batar.

Bin kez verirsiniz, bir kez istediğinizde suçlanan siz olursunuz.

Sonra pişmanlık gelir: “Keşke istemeseydim.” dersiniz.

Oysa ne istemiştiniz?

Biraz sevgi, birazcık anlayış, biraz da saygı…

“En çok kıyamadıkların, seni ilk kıyan olur.”

Bu söz bir kere içinize yerleşti mi, kolay kolay silinmez.

Sonra susarsınız.

Uzaklaşırsınız.

“Artık kendi hayatımı yaşayayım.” dersiniz.

Çünkü bazen en doğru cevap, hiç cevap vermemektir.

Susmak, kelimelerin tükendiği yer olur.

Söylenecek olanlar çoktan söylenmiştir.

Aslında anlayacak olana kelimeler bile gereksizdir.

Anlamak istemeyen, ne derseniz deyin, yine anlamaz.

Evet, susmak bazen bir sığınaktır.

Ama huzur verir mi?

İşte ilk yanılma burada başlar.

Kendinizi avutursunuz: “Artık kafam rahat.” dersiniz.

Ama içinizdeki fırtına dinmemiştir.

Sustukça büyür, büyüdükçe derinleşir.

Hayat devam ediyor…

Bazen “Yeter artık!” demek gelir içinizden.

Ama bilirsiniz ki çözüm bu değildir.

Belki de en iyisi, “Bırak, ne olacaksa olsun.” deyip yolunuza devam etmektir.

Çünkü insan çoğu zaman hayatı olduğu gibi kabul ederek ilerleyebilir.

Susarak…

Vazgeçerek…

Hiçbir şey beklemeden…

Sabahattin Ali ne güzel söylemiş:

“İsteseler hayatımı verebileceğim bazı insanları hayatımdan çıkardım. Çünkü yokluklarını üzülmek, yaptıklarını üzülmekten daha kolay.”

Evet, birinin yokluğuna üzülmek, varlığıyla yaşattığı hayal kırıklığına katlanmaktan kolaydır.

Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanını ve kahramanı Feride’yi bilirsiniz.

Ne diyordu Feride?

“Bu hayatta yaptığım en güzel şey, uzaklaşmak.

Kin tutmam, hesap sormam, kavga etmem.

Sadece uzaklaşır, soğurum.”

O zaman…

Duygularınızı mısralara aktarır, beklersiniz!

“Huzuru ararken”

Susmakla başlarsın yeni hayata,

Duygular kabarır, belki dağ olur.

Bulamazsın, kaybolmuştur tüm izler,

Bir bakarsın, sanki çağlayan olur.

Bırak giden gitsin, değmez aslında,

Giden gider, yeni gelenler olur.

Düğünmüş, bayrammış, o da ne?

Ağlamanın adı gözyaşı olur.

Küçücük bir oda, bir küçük bahçe,

Gün gelir de büyük bir mekân olur.

Sen aldanma saltanata, sultanım,

Bir çivili koltuk sana taht olur.

Her şey gönlünüzce olsun.  İYİ HAFTALAR.